23 Aralık 2014 Salı

2014'ün En İyi Kitapları

2014 yılında okuyup da, unutamadığım, içime işleyen, beni benden alan, sevdiğim herkesin yakasına yapışıp "oku da oku" diye ısrar ettiğim kitapları yazmak istedim. 2014 yılında 25 kitap okumuşum, ama içlerinden beşini "en ama en" olarak seçtim. İşte 2014'ün enleri:

1. ŞİBUMİ

Şibumi 27 yıllık ömrümün en nadide keşiflerinden biri oldu. Bu güne kadar nasıl oldu da hakkında hiçbir şey duymadım ve okumadım diye çok hayıflandım okuyup bitirdikten sonra. Ruhani alemlerden, ekstrem sporlara geçiş yapan, politik konulara kafadan giren, sekse bile kıyıdan köşeden de olsa uğramadan geçmeyen bu kitabı okumanızı AŞIRI tavsiye ediyorum. Bizim kurumda sevdiğim herkes okudu, hatta sevdiklerimin sevdikleri de okudu. O kadar diyim.

2. BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK

Şeyy tamam artık vurmayın. Bu kadar kült üstü kült, fenomen oğlu fenomen kitabı 2014'lere kadar bekletmem benim hatam, sonunda okumuş olmam da Kitap Ağacının büyüklüğü olsun. Şibumi de, Bülbülü Öldürmek de onlar sayesinde okuduğum kitaplar oldu. I love Kitap Ağacı

3. BELKİ BİR GÜN UÇARIZ

Delirmek isteyen ama bir türlü deliremeyen bir genç kızın kendi acıklı öyküsünü kıkır kıkır kıkırdayarak yazdığı bu ilk kitabını elimden düşürmemecesine bir solukta okudum. Aylin Balboa, blogunu sürekli takip ettiğim bir fenomendi zaten. Kitabından beklediğimi fazlasıyla aldım diyebilirim. 2014 yılının benim için en büyük sürprizi oldu bu kitap.

4. BİR SÜRE YERE PARALEL GİTTİKTEN SONRA




Barış Bıçakçı bir gün okuyacağım kitapları biterse ve ben Barış Bıçakçı okumak istediğim bir gün okumadığım hiçbir kitabı kalmamışsa naparım diye diye okumaya kıyamadığım bir yazar. Hangi eserini diğerinden üstün tutacağımı bilemediğim, çünkü beni her yeni cümlesinde şaşırtan, beğenmelere sevmelere okumalara doyamadığım kitapların yazarı Barış Bıçakçı. Bu kitabını kendimle savaşarak okudum. İçimden hep " yaa kızım azıcık bırak elinden biraz da sonraya kalsın. Hemen bitirme, bitince üzüleceksin." dediğim halde, bir oturuşta okudum. Ardından içimde tarifi imkansız bir sancı kaldı. Hikaye kalbimi kızgın demirle dağladı. Ardından uzun bir süre yere paralel gittim.

5. FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU



Bu yazıyı yazmaya dün akşam başlamıştım. 5. sıraya Alice Munro'nun Arkadaşlık, Aşk, Flört, Nefret, Evlilik kitabını koyacaktım. Eve geç bir saatte vardığımda Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku bana karşıdan çok tutkulu baktı ve okudum, bitirdim. Uykum kaçtı. Kitapla ilgili hissimden bahsedemeyeceğim çünkü tarif edemiyorum. Şimdi burada 5. sırada yer alıyor. Ama aslında ben onu "Hayatın her yanını kaplayan, okuyanı ayrı bir evrene götürüp orada sarıp sarmalayan. Kendisinden başka şey düşünmesine müsaade etmeyen." bir klasmanda değerlendirmeyi yeğlerdim. Aylak Adam vari bir baş karakter, dilin raconunu öyle iyi kesiyor öyle iyi. Şarkı söyler gibi okunuyor, duramıyorsunuz. Çarpıyor insanı, hafif dertli çakır keyif yapıyor. Sayesinde sabahı zor ettim. Siz siz olun, kitabı okuyup üzerine yatmayın. Uyutmuyor.

Bu sene böyle. 2015'te bakalım neler. Ne yok artık'lar, ne yuh hala mı okumadınlar, ne neeee kitabı mı çıkmışlar lar lar lar. Eksin olmasın.

25 Kasım 2014 Salı

Kitap okumak hayatla başa çıkmanın yollarından herhangi biri. Kitap okuyanlar kurtarmayacak bu evreni. Bu evreni kimse kurtarmayacak.

2014 yılı biterken Ankara'da bu kışın ilk karını bugün çatılarda gördük. Kar görmek hele de yağarken görmek bende delicesine bir yaşama sevinci uyandırıyor. Yaşama sevinci dediğimde de aklıma hep kitaplar, kahve, battaniye ve filmler geliyor. Bir önceki yazımda bundan zaten bahsetmiştim değil mi, papağan gibi aynı şeyleri söyleyip duruyorum. Ama bugün tesadüfen beni çok mutlu eden bir haber aldım. Salyalarımı akıtırcasına okuduğum http://entel-dantel.blogspot.com.tr/ nin yazarı Aylin Balboa ilk kitabını çıkarmış, hem de taa Eylül'de. Hem de bunu bloguna yazmış ama ben okumamışım. İşte bazen böyle şeyler olabiliyor. Evren mi dersiniz artık Tanrı mı, sevdiği insana eşeğini önce kaybettirip sonra buldururmuş misali durup dururken mutlu oldum, hemen aldım kitabı tabii. Okumak için de çıldırıyorum!
Ayrıca kitap siparişi için idefix'e girince Sabit Fikir yazarlarının seçtiği 2014'ün en iyi 50 romanı listesine bir göz attım. İçlerinden sadece Deliduman'ı okumuşum. Okumak istediklerimi de burada paylaşayım. Olur da bir gün elimde okunacak kitap kalmazsa (böyle bir şey mümkün mü Duygu, allah aşkına kimi kandırıyorsun 1253 tane okunmamış kitabı nereye koyacağını şaşırdın bırak yaaa!) buraya kendime tavsiye listesi düşmüş olayım.


Haw- Kemal Varol
Kitabı da yazarını da duymuştum, ancak Sabit Fikir yazarları tarafından seçilip listenin 1 numarasına konulunca çok ilgimi çekti.


Dünya Ağrısı- Ayfer Tunç
"Ayy hala okumadın mı inanmıyoruuumm" klasmanındaki elimde bulunan kitaplarım bitse de, Ayfer Tunç'la tanışsam artık yaa. Çok merak ediyorum bu kitabını. Tanıtım bültenindeki kitaptan alıntı bir son cümlesi var ki beni benden aldı. Okumazsam ölücem klasmanına girdi.


Doğa Tarihi- Hakan Bıçakçı
Kitabın kapağı nasıl post modern olmuş, insanı nasıl cezbediyor yarebbim. İnstagramdaki kitap postları paylaşan fenomenlerin bir dönem elinden düşmedi, acımasızca ağız sulandırdılar. Hala ağzım sulanıyor da, işte. Evde bana küfreden bir yığın kitap varken ayıp olur şimdi.


Kitap Evi- Enis Batur
İşte bu kitabımız da instagramdaki kitap fenomenlerimizin ağız sulandırma politikalarındaki baş rol oyuncularından. İçerik itibariyle bana Selçuk Altun'un Kitap İçin serisini anımsattı. O seriyi baya sevmiştim. Bunun için de biraz bekleyeceğim mecburen. Okumazsam ölücem demedim henüz. 

Mo Yan- İri Memeler Geniş Kalçalar
Bu kitabın görselini bulamadım. Kitabımız 1000 küsür sayfa oluşu ve okurken tahammül sınırlarını zorlayışı ile meşhur. Tahammül derken bazı bölümleri insanın içini kızgın demirle dağlıyor, bazı bölümleri ise okuyucunun işkenceye, acıya katlanma sınırını zorluyormuş. Okumadım bilmiyorum ancak merak içindeyim.

2014 yılında çıkıp da benim okumak istediğim kitaplar bunlar efendim. 2015 yılı için geçen yılki gibi kendime hedef koymayı düşünmüyorum zira bu sene hedefimin yarısını bile okuyamadım. 2015 yoğun bir yıl olacak, bir dünya meşgalem ve farklı sorumluluklarım var. Kaçak köçek kitap okuyacağım. O da minimum seviyede olacak gibi görünüyor. Vakti olan arkadaşlar, benim yerime de bol bol okuyun :(

7 Kasım 2014 Cuma

Battaniye ve Film.

Kış ile ilgili en sevdiğim şey BATTANİYE'dir arkadaşlar. Bu benim için hiçbir şeyin rakip olamayacağı bir konu, dolayısıyle değişmeyecek. Bunun yanında diğer kış güzellikleri ise battaniyenin altında film izleme, battaniyenin altında kitap okuma, battaniyenin altında kahve içerek film izleme/kitap okuma. Gördüğünüz gibi battaniye tüm güzel faaliyetlerin tamamlayıcısı benim için. İster inanın ister inanmayın, iş yerinde de bir battaniyem var ve tüm kış kullanıyorum.
Velhasılı kış tüm güzellikleri (ve elbette cefası) ile geldi. Sıraya giren film ve kitaplar eritilmeye başladı. For example:

The Great Gatsby (2013)


Sonunda izleyebilmiş olmama çok seviniyorum. Kitabını ise hala okuyamadım. Filmdeki bazı detaylar roman uyarlaması olduğunu çok iyi yansıtmış. Mesela Long Island'dan New York'a giderken maden ocaklarının bulunduğu bir bölgeden geçmek gerekiyor (adını unuttum) rengarenk yerlerden bir anda griye geçiş yapıyor görüntüler. Maden ocaklarının bulunduğu yer kitapta nasıl anlatılmış çok merak ettim. Carey Mulligan'ı çok beğeniyorum, filmdeki kostümleriyle çok prenses çok şükela olmuş. Bayıldım. Film de çok güzeldi. Aşırı uzun sürmesine rağmen hiç sıkılmadım, tavsiye ederim. Puanım 10 üzerinden 7.

Edge of Tomorrow (2014)


Yaşa. Öl. Tekrar et. Film tamamen bundan ibaret. Uzaylılar dünyayı basıyor, bu uzaylıların kanından içen biri öldükten sonra aynı günü tekrar tekrar yaşama kabiliyeti kazanıyor. Bilim kurgu filmlerini çok severek izlediğimi söyleyemeyeceğim. Ama eğlenceli,heyecanlı bir seyir sunuyor. Puanım 10 üzerinden 6. 

The Giver (2014)




Açlık oyunları muadili filmlerden gına geldi gerçekten. Filmin konusunu oluşturan alternatif dünya/ distopya konusu, temeli güzelce açıklanmadan, sebepleri adam gibi anlatılmadan, başlayıp kendi kendine sona eriyor film. Siz de kendinizi adeta kullanılmış, zamanı çalınmış hissediyorsunuz. Hiç beğenmedim. Puanım 10 üzerinden 3.

Lucy (2014)



Luc Besson diyince benim için film "izlemezsem ölücem" klasmanına girmişti. Filmi izledikten sonra ise "nasıl yaa" diyebildim sadece. Çünkü 1.30 saat içine dünyanın konusunu sığdırmaya çalışmışlar ve arap saçı olmuş. Hiçbi şey anlaşılmıyor, kesinlikle keyfi çıkmıyor. Bir çok detay havada asılı kalıyor ve bir anda cort diye bitiyor. Olmamış Luc, olmamış Scarlettt. Mesela ilacı aldıktan sonra Lucy neden "ölücem, ölücem" diyip duruyordu ki? Neden ölüyor ki? Sonra uçakta bir anda erimeye başladı. Neden niye eridi ki, ilaçtan biraz daha içince erimesi durdu. Eee? Hiç anlamadım, bu durumda da beğenmem beklenemez heralde. 10 üzerinden 5.

Intouchables (2011)



Ohh film! En güzelini en sona sakladım. Fransızlar bu işi biliyor arkadaş. Adamlardaki estetik anlayışı, ruha hitap etme üslubu muazzam. Bu film nasıl güzel, nasıl dokunaklı, insanı nasıl mutlu ediyor anlatılmaz izlenir. Kendinizi bu filmden mahrum bırakmayın. Ruha dokunan, insanı anlatan filmlere bilim kurgu, aksiyon filmlerinden daha düşkünseniz, bu filmi kaçırmayın. Puanım 10 üzerinden 8.

Euphoric Blog'da gördüğüm izlenecekler listesi çok hoşuma gitti, hatta bir kaçını bir kenara not ettim. Dedim ben de buraya bir tane koyayım hem belki başkalarının da işine yarar, hem de benim takibimi kolaylaştırır. Buyrun efenim:


İyi Seyirler!

27 Ekim 2014 Pazartesi

Work Less, Read More.

Şu hayal kurma kıtlığında bana ilham verecek o kadar az şeyle karşılaşıyorum ki, yukarıda gördüğünüz manzaradan uzun bir zamandır gözümü alamıyorum. O fotoğrafın içinde benim cennetim gizli. Bana yaşadığım zaman dilimindeki seçimlerimde aklıma değil vicdanıma sormamı öğreten, insanı insan olup sevdirten, hayvanı kendimden yüce tutmamı salık veren, her yeni güne başka bir heyecanla uyanmamı sağlayan cennetim. "Bu dünya, belki de başka bir gezegenin cehennemidir." diyen Huxley'i haksız çıkartan bir cennetten bahsediyorum. Çünkü böyle bir görüntünün varolduğu dünya, cehennemi inkar ediyor olmalı. Kendi cennetini inşa edebilen insanların kanıtı bu. Cehennemi inkar eden insanların kanıtı. Salt mutluluk gizli değil elbette bu karede, yanlış anlaşılmasın. Sonuçta üzülmeyenden de bir üzüm olmaz.

No Clear Mind- Celeste

8 Eylül 2014 Pazartesi

Kişilerden Düşman Olmaz. Kötü olur.


Yeri gelmişken söylensin:  Biz hiç o kadar kötü olmadık.
Ve çiğdem yine yaptı yapacağını: Ben kötülüğün kendisine değil, yapılış şekline hayret ederim.
Saygılar efenim.


3 Eylül 2014 Çarşamba

Dünya Her Güne Başka.*

" Ayaklarımın ucunda kayıyor kumlar, çakıllar
Zamanın bir ucuna.
...
Dudaklarımın ucunda esiyor rüzgar
Kainatın bir ucuna."

Yasemin Mori- Uçurumlar/Dünya*


Letonya-Jurmala Ağustos 2014.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Pencereyi Aç.



Sanki söylenebilecek her şey önceden söylenmiş gibi. Mesela: Morcheeba- God bless goodbye
Mesela: "Gök dolabilir içeri."

14 Temmuz 2014 Pazartesi

"Doğru" Kişi?

Anlamadım. Bir gün anlamış olmayı çok isterim. Ya da bilmiyorum, emin değilim. Çünkü bana garip geliyor. Belki de içselleştiremiyorum şu "yanında değilse sana layık olmadığındandır" meselesini. Bana çok boş beleş bir teselli geliyor bunlar. Bu kadar basit değil bence ve aslında çok basit. Kendini bu kadar önemsememen gerektiği kadar basit. Karşındakini bu kadar küçümsememen gerektiği kadar da karmaşık. İnsanın kendiyle yüzleşmesi, çatışmaya düştüğü biriyle empati kurması, evvela kendi yanlışını araması.. Kabul ediyorum zor işler. Ama yerinde saymaktan ve kendi duvarları arasında kendi kendini pohpohlamaktan zevk alınıyor mu sahiden? Peki ya bu kadar doğru, düzgün, mükemmel olmayı herkes birbirinden bambaşkayken nasıl beceriyor? Buna gerçekten inanıyorlar mı? Ben anlamadım. 

3 Temmuz 2014 Perşembe

Okyanus.

Biraz önce bir haber gördüm. Babası bir trans birey olan Okyanus'a "kendini as, artık senden kurtulalım" demiş. Okyanus kendini balkon demirlerine asarak intihar etmiş. Ve dünya hala dönüyor, Okyanus'a rağmen dönmeye devam edecek. Hakedilmemiş çocuklar, doğmaya ve öldürülmeye devam edecek. Kendiyle bir türlü barışamayan kalabalıklar, her rengi karartmaya devam edecek. Biz izlemeye devam edeceğiz. Yutkunmaya devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi. Balkon demirinde sallanan bir yitik umut olmaya devam edeceğiz. Her zaman öldüğü gibi. 

23 Mayıs 2014 Cuma

Göbek adı deccal.

Kalbim bikaç vicdansızın elinde sıkıla sıkıla posaya döndü. Ne hissedeceğini şaşırdı, doğruyla yanlışı karıştırdı, allak bullak etti. Anlamlı ne vardıysa hepsini ağzında küfre çevirdi. Aldığım havayı bana zehir etti. Yetti artık yetti. Gönlüm başımı başka yöne çevirmeye hala razı değil, ama ne söylesem ne eylesem anlamsız, hiçbir ölüme, yaraya çare değil. Ben artık sadece her sabah her şeyi hiç bir şey olmamış gibi yerli yerinde görmeye şaşırabiliyorum. Yoksa kıyamet çok normal.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Ankara'da deniz yok. Hala.


Nerden tutsan tutarsızlık! Bu böyle değil biliyorum ama dünya dönüyorsa bi anlamı olmalı. Hem Ankara hala güzel. Gidince özlenecek bir yerin olması çok şahane. Ait değil-miş gibi hissediyorum ama işte tutarsızlık. Uzaktan mı seviyorum ne. Ben uzaktan baya iyi seviyorum ama. Çok güzel seviyorum uzaktan. Umarım sevilen de biliyordur, pek sanmam. Neyse bana bi şarkı söylesenize. Bikaç tane de olur. Yakın geçmişin keşifleriyle çakılıp kaldım. Artık her gün 6 km yol yürüyorum. Hep aynı yerden aynı eve. Sorun değil. Çünkü dün çok ilginç bir kadın gördüm. Yürürken geçtiği her ağacın gövdesine dokunuyordu, yılmıyordu yanına kadar tek tek gidip dokunuyordu, ağaç diplerindeki çöpleri alıp yola atıyordu. Konuşmak istedim ama insanlara tepkili olduğu enerjisini aldım. Keşke insan olmasaydım. Gerçekten. Hayvan olsam ne olurdum acaba? Bitki olmayı da isteyebilirdim. Kadını görene kadar bunu hiç düşünmemiştim. Artık düşünebilirim.

Ankara diyordum. Bir kitap okudum adı "Kadın Öykülerinde Ankara". Çok sinirlendim, nedir yani Ankara'da her allahın günü ihtilal mi oluyor da Ankara ile ilgili anlatacak başka bişey bulamıyorsunuz? Ver şu kalemi bana, bi ver.

Yıl 2005. Üniversite kaydına babamla birlikte gelmiştik. Bir akrabamızın üniversite öğrencisi oğlu bizi Kızılay'a götürdü. Karanfil sokağa girince "İşte" dedim. "Baba ben Ankara'ya bayıldım, şu sokağın şenliğine bir bak. Burda insanın canı hiç sıkılmaz!" Babam burun kıvırmıştı, "İstanbul'un yanında esamesi mi okunurmuş buranın. Her yer taş, toz, toprak." Oysaki ben yere değil, insanların yüzlerine bakıyordum. Taşan sesleri dinliyordum. Ankara benim için o gün miladım olacağını göstermişti. Beni kucaklamıştı. Bıraktım kendimi kollarına. O gün bugündür, hiçbir şehirden uzak kalmak Ankara'yı özlemek kadar koymuyor. Dost kitapevinin önünde arkadaşlarla buluşmak, Güvenpark'ta çekirdek çitlemek, Hamamönü'nde kahvaltı etmek, Tunalı Hilmi'de boş boş dolaşmak, Kuğulu'da oturacak yer bulamamak, Gençlik Parkı'nda güneşi batırmak, Kızılırmak sinemasında tek başıma film izlemek, Aylak Madam'da mevsimine göre naneli limonata yada sıcak şarap içmek, Sakarya caddesinde sarhoş olmak, kar yağıyorsa Kurtuluş Parkı'nda olmak varlığımın yegane amacıydı sanki. Sanki ben 17 yaşımda varoluşumun tüm gerekliliğini kavramıştım. Artık olmam gereken yerde yaşamam gerekenleri yaşayacaktım. Ankara benim bir uzvum olmuştu. Ruhumun bir parçası. Gün geçtikçe büyüyor Ankara. Hiç haketmeyenlere bile kollarını açıyor. Beni kovmuyor, kendini benden esirgemiyor. Çünkü ben Ankara'da deniz olmadığını biliyorum. En baştan beridir biliyordum, bir çoklarının aksine. Ve bu umrumda değil. Çünkü ben yere değil insanların yüzlerine bakıyorum. Hala. Onlardan yükselen seslere kulak veriyorum. Ankara beni hiç hayalkırıklığına uğratmıyor.


Sadece bu kadar değil aslında. Daha nicesi var kaldırım taşlarının arasında. Ankara'yı güzel hatırlamak da mümkün. İstanbul'dan gelip Ankara'ya aşık olmak da.


21 Nisan 2014 Pazartesi

Bunu Ben İstedim. Bana Aferin.

japonkedi bloğunu severek takip ediyorum. Kitaplar, alıntılar, biraz daha edebi ve incelikli ifadelerden hoşlananlar bakabilirler. Blog yazarının en son paylaştığı yazısında tüylerimi ürperten bir alıntı vardı. Paylaşmak istedim:

"you're the average of the 5 people you spend the most time with."


- jim rohn

Ben de herkesin vereceği ortalama bir tepki olarak durup bir durum değerlendirmesi yaptım. Sonra da şükrettim. 7 ay öncesi tam bir kabusmuş. Sığmış. Çok yazıkmış. Şimdi ile karşılaştırınca insan, çok büyük bir hükümden kurtulmuş gibi hissediyor. Affedilmiş gibi hissediyor. Şükürler olsun.

8 Nisan 2014 Salı

Okusun da Büyüsün Niiinnni.

2014 yılı için 60 kitap hedefi koydum kendime ancak daha ilk aylardan, özellikle Mart ayında, aylık 5 kitap olan hedefimin çok çok gerisine düştüm. Şimdi her ne kadar hızımı arttırmaya çalışsam da bahar aylarının gelişi ve gönül yaylarının gevşemesi ile ters orantılı olarak kitap okumak cazip bir aktivite olmaktan çıkıyor. Mart ayında 1 haftalık yurtdışı tatiline gidip geldik, ardından hemen bir seçim maratonuna girdik, bahar temizliğiydi derken önümüzdeki hafta da İstanbuldan gelen canımları ağırlayacağım. Bu düzensiz okuma halleri bir süre daha böyle gidecek gibi görünüyor. Olsun ben bunu kış aylarında fazlasıyla telafi ederim.

Sahilde Kafka

Haruki Murakami'nin okuduğum ikinci kitabıdır. Mekan dünya ancak konu oldukça spiritüel. Keyif alarak okudum ama okudum bitti işte diyorum ardından. Geçtiğimiz günlerde edebi külliyatına ve zevkine çok özendiğim bir arkadaşım "Duygucum acaba sen okuduğun kitaplarda hep bir alt metin mi arıyorsun?" diyerek beni farkında olmadığım bir arayışımla yüzleştirdi. Oysaki ona göre sanat kişiye verdiği hismiş. Yine ondan çaldığım bir alıntı yapacağım: "Bir gün bir Orhan Pamuk hayranı, Orhan Pamuk'la tanışma fırsatı bulur ve ona "Ben sizi çok seviyorum. Kitaplarınızı kana kana okuyorum" der. Orhan Pamuk da kitaplarının nesini sevdiğini sorar ve okuru "Bilmiyorum" der. Orhan Pamuk'un kitapları okunduğunda vermek istediği his de böyle bir şeydir işte. O an o kitabı okurken kendini çok iyi hissettirmek ama nesini beğendiği sorulduğunda verecek cevap bulamamak." Çok iyi değil mi? Ben bunu dinlediğimde etrafımdaki ampuller fazla voltajdan patlamış gibi hissetmiştim. Dolayısıyle okur hayatımda önemli bir döneme geçiş yapmış olabilirim. Görücez.

Canım Aliye, Ruhum Filiz



Sabahattin Ali'nin aşık haline aşık oldum bu kitap sayesinde. Buradan bana bu kitabı okuma fırsatı sağlayan Kitap ağacı arkadaşlarıma selam ediyorum. Gelmiş geçmiş en kapsamlı Kitap Fidanı etkinliğini bu kitapla gerçekleştirdik. Okudukça eridik, ağzımızın suları aktı, kalbimiz kanatlandı, canımız yandı, küfrettik, lanet ettik... Ali'nin eşi Aliye hanıma yazdığı mektuğlardan oluşan bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Kalemini gül ve hasretle donatmış üstad.


Oğullar ve Rencide Ruhlar


Kitapta 5 yaşındaki baş karakterimizin adını hiç görmüyoruz. İkinci kitapta göreceğiz sanırım. Oldukça zeki ve bıçkın bir velet var karşımızda. Aksiyon gırla gidiyor. Eğlenceli bir okuma serüveni sunuyor ancak fazla beylik laflarla bezeli iç diyolaglar bazen iç geçirtebiliyor. Son zamanlarda her şeyin şaşalısı, abartılısı, "ben, ben hep beeen, en doğruyum, en iyiyim, en süperim" egolarından gerçek hayatta da bana gına geldiğinden mütevellit herhalde bitsin diye dua ederek okudum. Çok şükür ki bitti. Macera seviyorsanız alın sizin olsun.


Hayvan Çiftliği


 Zaten her daim okunacaklar listemde olan bir kitaptı. Bir gün ellerim cebimde avare avare dolaşırken küçük tiyatronun bilet gişesinde buldum kendimi. "Bana ordan bir oyuna iki bilet" dedim, şapkadan bu efsane oyun çıktı! Bir çok kişiye göre sezonun en iyisiymiş ki sahiden muhteşemdi! Kitap çok başarılı bir şekilde oyunlaştırılmış karakterler cuk oturmuş, kitabı okuyup gidenlere görsel bir tatmin yaşatıyorlar adeta. Kitap için yapacağım en ufak bir eleştiri yok. George Orwell'ın okuduğum ilk kitabı. Devamı muhakkak ki gelecek. Çünkü George Orwell herhangi bir okurun, kitaplarının hiçbirini okumamış olsa bile hakkında bir kaç cümle kurabileceği biri. Adam Aldous Huxley'in öğrencisi, daha ne olsun.


Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler


 Kitabın adı beni beynimden vurdu diyebilirim. Öyle güzel ki insan okuduktan sonra hayatının bir daha asla eskisi gibi olmayacağını falan hissediyor. Öyle olmadı tabi ama içindeki öykülerin her biri bir romana ana konu olmaya aday. Aslında çok sıradan hayat ve hayalkırıklıklarının hikayelerini anlatmış Tosun. Bu benim için Yalçın Tosun külliyatına güzel bir başlangıç oldu. Diğer öykü kitaplarını ve senaryosunu yazdığını filmleri izlemek için sabırsızlanıyorum. Tek eksik yönü, kitabın hemen bitmesi oldu. Türk kahvesi gibi. Tadımlık.


Bülbülü Öldürmek


Yine ne söylesem eksik kalacak bir kitap daha. Kitabın baş karakterlerinden en çok Atticus'un babalığına hayran kaldım ve Harper Lee'nin bu kitabı 7 yaşındaki (9 muydu acaba?) Scout'un ağzından anlatması çok daha etkileyici olmuş. Çok severek ve kahrolarak okudum. Kahrolsun çocukların acı çektiği dünya, yaşasın çocukların merakına yenik düşen önyargı. Okuyun ve bilhassa çocuklara okutun.

Divan


Irvın Yalom okumaktan aşırı haz aldığım bir yazar. Psikoloji ile romanı içiçe geçirmesi, yaptığı tahliller, psikolojik çıkarımlar, roman akışı içinde verdiği psikoloji bilgileri beni aşırı tatmin ediyor.Kendisi benim idolüm bile olabilir. Divan okuduğum diğer kitaplarından (Bugünü Yaşama Arzusu ve Nietzche Ağladığında) bir tık geride kaldı, ama burada sorun Yalom'da değil bende. Önceki iki kitapta çok sevdiğim iki filozofu baş karakter olarak işlemesi ve hayatlarına yer vermesi onlara torpilli yaklaşmama neden oluyor. Divan'da ise böyle ünlü karakterler yer almıyor. Tamamen kurgu karakterler üzerinden evlilik ve bağımlılık, yüksek ego konuları işlenmiş ve mesaj gayet net verilmiş. Alt metin arayan bilinçaltımı fazlasıyla besledi. Çok sevdim. Çok.

Devamı elbette ki gelecek. Okumaya devam.

5 Mart 2014 Çarşamba

Okudukça Büyür İnsan.

Bugünler çok ahval ve şerait içinde günler. Gün geçmiyor ki akli melekelerimizden birini daha evrendeki kara deliklere kurban etmeyelim. Doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek ehliyette kişilerce yönetilen (!) ülkeme acil şifalar dileyerek, tapelerden, capslerden ve twitter'dan kendimi alabildiğim zamanlarda okuduğum kitapları paylaşmak istiyorum sizinle. Onlar sıfırlayadursun, bana hiçbir bağnaz paylaşmaktan daha büyük bir zenginliğin olduğunu kanıtlayamaz. Nokta.
Gölgesizler


Hasan Ali Toptaş benim için Sonsuzluğa Nokta adlı kitabıyla bir usta halini almıştı. Ayrıca Sonsuzluğa Nokta kitabının da benim ilk okuduğum kitabı olduğunu belirtmekte fayda var. Gölgesizler ise yazarın okuduğum ikinci kitabı ve ne yazık ki bir Sonsuzluğa Nokta değil benim için. Belki de çok beklenti içine girerek okudum, kafamda çok abartmıştım kitabı ama anlamakta da bir hayli zorlandığımı itiraf etmeliyim. Ardından kafamdaki eksik noktaları doldursun diye filmini izledim. Filmi bana daha anlaşılabilir geldi, ancak yine de mevzu eninde sonunda hiçliğe dayandığı için ve ben de hayal edemediği bir şeyi genelde tam olarak anlayamayan bir insan olduğum için yine eksik yine eksik.. Ancak yazarın yazarlığına diyecek söz yok. Tabii ki hayalgücüne de. Manevi diyarlarda, bilinçaltlarında, paralel evrenlerde, hayal eksenlerinde sürüklenmeyi sevenler varsa çok beğenecektir eminim. Ama bana göre değildi. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, bu gerçekten zor bir kitap. Kitabı senaryolaştırarak beyaz perdeye taşıyan Ümit Ünal'ı takdir etmek gerek, çok zor bir işin altından büyük bir başarıyla kalkmış.

Şibumi

Evet ne söylesem eksik kalacak bir kitapla karşı karşıyayız. Öncelikle Trevanian'ın aşırı karizmatik bir yazar olduğunu düşünüyorum. Bir kere çok gizemli. Takma isimle yazılar yazmış, kimliğini bilen kimseler yok derken öldükten sonra kimliği ortaya çıkıyor. Sadece bu da değil, bir insan bunca değişik konu hakkında nasıl bunca detay bilgiye sahip olabilir olacak iş değil. Şibumi 26 yıllık hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan biri. Buradan kitap ağacı ailesine bana Trevanian'la tanışma fırsatı sunduğu için teşekkür ediyorum. Kitapağacı Aralık ayı için bu kitabı seçmişti, ki ben ne yazarın ne de kitabın o güne kadar adını bile duymamıştım. Önümüzdeki yıllarda da dönüp dönüp okuyacağım bir kitap olacak. Çünkü ben bu kitabın sadece bir roman olduğunu düşünmüyorum, yazar kitabın baş karakteri Nicholai Hel üzerinden bize kişisel bir çok fikrini de veriyor. Nicholai Hel ultra entellektüel Trevanan'ın elinde insanüstü bir karakter olup çıkıyor. Spiritüel olsun dünyevi olsun her alemin önde gelen abilerinden olan Nicholai Hel'i okumanızı tavsiye ederim.

Peri Gazozu
Kitap Okumak İster Misin'den aldığım bir kitap daha. Bu kitap benim için beklentileri düşük tutup, içinden ne çıkacağı konusunda gram fikrin olmadığında ne kadar şaşırabileceğinin bir kanıtı. Peri Gazozu ve Ercan Kesal beni çok etkiledi. Edebi bir çalışma olarak değil, bir yaşam öyküsü olarak bakıldığında çok içten ve yürek parçalayan bölümlerle karşılaştım. Kah boş duvara uzun uzun bakarak, kah kendi kendime gülerek kitabı adeta yaşadım. Ercan Kesal vakti zamanında hayatını doktorluk yaparak kazanırken başına gelenleri kendi insiyatifini katarak anlatmış. Yani içinde isyan da var, teslimiyet de, gözyaşı da, hasret de, şükür de. Bir ömre sığabilmesi mucize olan her şey var. Tavsiye ederim.

Körlük

Kitap klasik bir şekilde herkesin bir anda kör olmasıyla başlıyor. İnsan ahlakının çürümüşlüğünü ve hayvani güdülerinin önüne geçmek için artık bir neden kalmadığında işin nerelere varabileceğini anlatıyor kitap. "Kalanı da karanlık olunca çıkarırız babacığım" cümlesinin uzuuun bir açıklamasını bu kiabımızda okuyabilirsiniz. Şaka bir yana görmek fiilinin olmadığı yerde mahremiyetin de, utanmanın da nasıl son bulduğunu içiniz darala darala tecrübe ediyorsunuz. Saramago anladığım kadarıyla paragraf başı olayına baya karşı. Konuşmaları cümle içinde bir tırnak yada konuşma çizgisi kullanmadan anlatıyor ve okuyucu da cümlenin hangi karaktere ait olduğunu kendisi bulmak zorunda kalıyor. Başta biraz zorlasa da okudukça alışılıyor. Ayrıca şunu da belirtmeliyim ki, görme duyusu olmayınca fiziksel güzelliğin de beş para etmeyişi bir şekilde konu olarak işlenmiş. Keşke tekrar görmeye başladıktan sonra yaşlı amcaya aşık olan genç kızımızın reaksiyonunu bilebilseydik. Ben çok merak etmiştim çünkü. Kitabın filmini de izledim. Ama hiç tatmin olmadım. Kitabın güzelliği karşında film çok sönük ve basit kalmış. Oyuncu seçimi de hiç başarılı değildi. Kitabı tavsiye ederim.

Sırça Köşk

Sabahattin Ali kendimi saygı duymaktan alıkoyamadığım bir çok şükür ki Türk yazarı. Ve Türkiye'de doğmuş olmasının bedelini de kanının son damlasına kadar ödemiş bir yazar. Yaşamasına izin verilseydi kimbilir daha neler neler yazacak, bizleri ne kadar mutlu edecekti. Belki Nobel Edebiyat Ödülü bile alabilirdi. Sırça Köşk bugüne kadar okuduğum en başarılı hikaye kitaplarından oldu. Kürk Mantolu Madonna'dan çok daha etkileyici buldum ben. Dokundurmalar, siyasi görüşünü altan alta vermeler oldum olası sevdiğim bir tarz olmuştur zaten. Yazar sağolsun bu konuda elini hiç korkak alıştırmamış. En acısı da "yok artık" dedirten öykülerin memleketimizde her an yaşanıyor olması. Mutlaka okuyun. Mutlaka okutun. Kitaptaki her öykü rüyalarımıza girerek bizi ter içinde uyandırmaya aday.

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik

Adını görünce okumak için meraktan kıvrandığım bir kitaptı. Öykü kitabı olduğunu bile bilmiyordum. Alice Munro'nun 2013 Nobel Edebiyat ödülü aldığını bile bilmiyordum. Kitap ağacı ailesinin Şubat ayı için oylamaya sunduğu kitaplardan biriydi. Sırça Köşk seçildi ama ben ikisini de okudum :) Kitabı okuduğunuzda yazarın neden Nobel ödülü aldığını şıp diye anlıyorsunuz. Dili inanılmaz sade ve akıcı. Trajediden kıvranan hikayeleri bu kadar sade bir dille aktarabilen yazarlar beni büyülüyor. Öyle ki kullanılan dil sanki olayları sıradanlaştırıyor, herkesin başına gelebileceğine okuyucuyu inandırıyor ve aslında aynen öyle. Ölüm, aşk, ihanet, aldatma/aldatılma, yalnızlık herkesin başına gelebilecek vakalar. Ben Alice Munro'nun öykücülüğüne, yazarlığına, görüşüne hayran kaldım. Su gibi içtim bu kitabı. Her öyküsü bende iflah olmaz bir farkındalık yarattı. Hiçbir hikaye için bir diğerinden daha etkileyici diyemem hepsi aynı şiddetle vurdu geçti. Okuyun. Sindire sindire okuyun.  

18 Şubat 2014 Salı

SoundHound

Soundhound bence bir akıllı telefonun başına gelebilecek en güzel şey. Bu uygulamayı kim yazdıysa ellerinden öpüyorum kendisini. Ortaokul ve lise yıllarımı hatırlıyorum da, ne heyecan ne azimdi o radyonun başına oturup işaret parmağı kırmızı REC tuşunun üstünde saatler geçirmek. Şarkıların birbirinin üstüne binmesi, bazen DJ'in sesinin şarkının ortasında bir anda hortlaması. Ne biçim günlermiş. Şimdi öyle mi?! Bir mekanda ilk kez duyduğun bir sesin peşine mi takıldın, soundhound'u aç hemen sana adresi versin. Günde beş vakit istediğin kadar git gel artık. Yaşasın sanat dostu teknoloji.

Dinle: Editors- Sugar

27 Ocak 2014 Pazartesi

Sinek Isırıklarının Müellifi

Barış Bıçakçı'nın okuduğum ikinci kitabı. Kitap Okumak İster Misin'in sitesinde görür görmez hemen istediğim ve geri gönderirken tarifsiz acılar içinde pişmanlıkla kıvrandığım "ama olsun kendime alır bir daha okur, bir daha tüm satırların altını çizerim." dediğim muhteşem bir kitap. Evet neredeyse tüm satırların altını çizdim. Barış Bıçakçı bana kalırsa yazarlara bile yazarlık öğretebilecek, yazmayı seven her okur için cenneti vaad edebilecek bir usta. Ankara'da Ankara'yı severek yaşayan bir İstanbullu olarak bu açıklanamayan sevgime ortak bulmak da benim için cabası.  Yazar Ankara'nın yollarından, şehrin dışında yükselen toplu konutlarından, bildiğim semtlerinden bahsederken kendimi daha da kitabın içinde hissediyorum. Lütfen mümkünse Barış Bıçakçı hep Ankaralı kalsın ve hep Ankara'yı anlatsın. Çünkü onda da tıpkı Ankara'da olduğu gibi bas bas bağırılmasına gerek duyulmayan bir estetik anlayışı, destekçiye ihtiyacı olmayan bir beğeni duygusu var. Neyse o işte.
Sinek Isırıklarının Müellifi bana kendimi bir film karesinin içinde -renk tonu biraz grimsi olan bir film- dünyanın en huzurlu yerinde, dünyanın en huzursuz kafasını taşıyan bir başrol oyuncusu gibi hissettirdi. Huzursuzluğundan garip bir zevk alan, her an bir arayış içinde, şarkılardan cümlelerden bir an görünüp kaybolan bakışlardan bile medet uman bir karakter oldum kitabın içinde. Aradığımı fazlasıyla buldum. İstemediğim kadar çok vuruldum cümlelere. Adı konulmamış gerçekleri Bıçakçı, balyozuyla kafama indirdi. Beni mest etti.

Dinle: Victor Deme- Djon'Maya

18 Ocak 2014 Cumartesi

25. Saat

Kocacığım sen bu yazıyı okurken artık her şey için çok geç olacak. Çünkü şu anda tembel bekar yemeğimi yiyorum ve bittikten sonra biramın yanında yazmaya devam ederken bir de sigara yakacağım. Nihahahaha.(şey bunun neresi değişik demeyin, yaklaşık 2 yıldır kah balkonda kah mutfakta aspiratör gürültüsünün altında sigara tiryakiliğimi devam ettiriyorum, şu an çölde serap gören bir bedevi edasındayım.) 
bugün cumartesi olduğuna göre yarın yine pazar ve sonra yine lanet başlangıçlar. pazartesinin bir yerlerimizden çalışını, bir yerlerimize hiç istemediğimiz şeyler koyuşunu izlediğimiz lanet günler. aslında cuma gecesini tutmayı bir becersem, gerisi bir anda aydınlanacak biliyorum. ama zaman benden öncesi ve sonrasıyla öyle bir hızla akıyor ki, 3 milyar bilmem kaç yıl küsür bir hız var içinde. nasıl tutayım allah aşkına?!
arkadaşlar uğramasa olmazdı da, onlar yardım ediyor cuma ile pazartesi arasını diğerlerinden ayırmaya. bir de sabahlar var tabii. sabah uykusu aşkım. oyumu her zaman gece yaşamaktan yana kullandım. sonra bir gün üzerime çok uyuyunca çöreklenen bir vicdan azabı çöktü. nereden geldiğini anlayamadığım bir yakalama isteği. Miskin'in gidişiyle çözdüğüm bir sır oldu bu. daha kimbilir ne gidişlerle neler çöreklenecek üzerime. neleri neleri çözeceğim allah korusun.
sonra birden geceleri ve günleri birbirinden satırlarla ayırma isteği geldi. geldi ve çok şükür gitmedi. hala bedenimde besleyen bir bakteri gibi dolanır durur. satırlar dudaklarımdan akarken dedim parmaklarım bu kadar işlevsiz kalmayı hiç haketmiyor. haketmiyor tamam da sevgili daktilomla birbirimize F klavye ile Q klavye kadar uzağız. kendime güceniyorum. bir günün 24 saat olması bana hiç yaramıyor. insan 24 saatte işe mi gitsin, hayal mi kursun, geceleri yaşamayı mı seçsin, sabah uykusuna aşık mı olsun, F klavyeyi mi çözsün, flüt mü öğrensin, başka hayalleri okuyup kitaplığına mı sığmasın, arkadaşlarıyla sohbet mi etsin, misafir mi ağırlasın, kayıplarına mı üzülsün, ütü mü yapsın, yemek mi yapsın, evi mi temizlesin, kafayı mı bulsun, aşk mı yapsın, derdini mi anlatsın, planlar mı yapsın, ne yapsın insan 24 saatte?

Huzur isyandaysa allahım neden bir günü 24 saat yaptın? sana nasıl yetiyor? diyeceksin ki sigarayı bırak ömrün uzasın. ben de bu lafın üzerine en fazla bir sigara yakarım. ne yapayım verecek cevabım yok.

Dinle:
Alexander- Trurth