9 Nisan 2013 Salı

Dokunaklı Şarkılar

Burası Ankara Kalesinde Gramofon Cafe.
Biri çıkıp "Dinleyeceğin son bir şarkı kalsa, hangisini seçerdin?" dese, hık mık kalırdım kesin. Hala da kalırım. Zira hafta sonu uçan balonların içinden helyum gazını içime çektim de aklıma gelen söylenecek ilk şey hep "Amanın ammaanın" oldu. Kafa bi milyonu mu, mercimek mi belli değil:( Velhasılı bir kaç tanesine zıpkınla çakılmış olmakla beraber sanarsın ki hepsi benim çocuğum, birbirinden ayıramıyorum.

1. No Clear Mind-Static
Tumblr sağolsun beni bu insafsız ama şefkatli, asi ama olgun, inatçı ama masum güzellikle tanıştırdı. Ben genelde bir şarkının ilk 15-20 saniyesinde dinlemeye devam edip etmeme kararını veririm. (Raconu kes.) Bu beni resmen alnımın çatısından vurdu. Ne zaman açıp dinlesem, gözlerim bir noktaya kitlenir, bedenim öylece sabit, ruhum bütün güzel tepelerde en tutkulu ne varsa yaşar gelir. Öyle bir şey.

2. Maybeshewill- In another life When we are cats
Bu şarkı bende biraz dayakçı baba, biraz sevgilinin eski sevgilisi (şarkının başındaki film repliği gayet açıklayıcı olacaktır.), biraz arkadan küfreden eski dost. Pek de güzel bir etkisi yokmuş aslında ama altta mazoşist bir benlik yatıyor galiba. Şarkının notalarının ve şiddetinin yükseldiği yerlerde bir çetebaşı oluyorum. Sevgi hırsızlarını, hep almaya meyilli gönül fakirlerini kalplerinin orta yerinden vuruyorum.

3. Maria Mena- Homeless
Bunu daha yeni tanıdım. Az dinledim. Dilime doladım. Birlikte geziyoruz. Ama çok büyük korkular yüklüyor sırtıma sanki. Sanki dinledikçe gerçekleşecekmiş gibi. Bununla ilgili kaygılarım var, sanırım son olmasını o kadar da istemezdim.

4. Kings of Convenience- Know How
Benim en sadık yarim mi desem, dostum mu desem? Hayatımın en önemli dönüm noktalarında bu şarkı hep oradaydı. Oyun hamuru gibi oynadım onunla. Bazen ağıt muamelesi yaptım, bazen kıvrak bir ezgi, bazen kuul takıldım onunla. Ama hep oradaydı ve hiç kenarda kalmadı. Hep enlerin içinde oldu, hep benimle oldu. Ama her zaman kafa karıştıran bir başkası vardı, hala var, ne yazık ki.

5 Nisan 2013 Cuma

Okuyom ben yaa:(

Son günlerde evdeki vaktimi elimden geldiğince kaliteli kullanmaya çalışıyorum. Eğer bir işim varsa hiçbir şeyle oyalanmadan işten gelir gelmez o işe girişiyorum. Bitirdiğimde de ya hemen bir film, dizi başına geçiyoruz, ya da kitabımı elime alıyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, film dizi izlemek ne kadar kaliteli bir faaliyet? Türk TV dizisi değil bunlar bacım. Game of Thrones başlamış mesela. Daha ilk bölümünü izleyememişim, bilen anlar şimdi beni. Bak bir titreme geldi. Neyse.
Öncelikle kitap okumaya başlama kararı aldığım 2012 yılının Aralık (sanırım) ayından beri bitirmeyi başardığım kitaplar şöyle: Suskunlar (nihayet!), Çavdar Tarlasında Çocuklar (bahsedeceğim birazdan), ve THE Mülksüzler. Bir kaç tane kişisel gelişim kitabı da bitirdim ama genelde finansal şeyler olduğu için buranın entellektüel havasını bozar diye şeyetmiyorum şimdi.

Suskunlar
İyi baya. Tabi bitireli çok oldu bir de bir kitabı 2 seneye yayarak okuyunca insanın dili şişiyor resmen. Karakterlerin zilyon tane olduğunu ve herbirinin birbirinden tuhaf, hiç duyulmamış isimleri olduğunu da düşünürsek yorum yapmam mucize olur bence ehehehe. Ama sürükleyici bir kitap. İhsan Oktay Anar günümüz Türk edebiyatının en iyi yazarlarından biri. Severek takip ediyorum zira, felsefe, tarih, siyaset, fantastik olayları tek bir kitapta içiçe geçirebiliyor ve hiç garipsemiyorsun okurken. Dili çok akıcı, hem de kitaplarının yarısı Osmanlıca. Buna rağmen dili akıcı, var sen düşün:)

Çavdar Tarlasında Çocuklar
Şimdi nolur beni yargılamayın. Çünkü ben bu kitaptan ne anlamam gerektiğini hiç ama hiç anlamadım. Yani bir kitap bu kadar övülüp, klasikleştirilince insan ister istemez okuduktan sonra bambaşka bir insan olacağını falan düşünüyor tabi. Bunu da geçtim ama kuzum bu kitap tam olarak ne anlatıyor allasen? Ben mi çok odunum anlamıyorum, yoksa içinde azıcık "delilik", "intihar", "ergenlik", "aykırılık" geçiyor diye bir kitap hemen kült haline mi geliyor açıkcası hiç bilemedim. Ha şimdi patladı, ha patlayacak derken bir baktım kitap bitmiş. Otur sıfır.

THE Mülksüzler
Başındaki The'yı ben kendim koydum. Mükemmellik sıfatı gibi bir şey işte. Çünkü mükemmel. Bu kitabı okumadan önce Alternatif adil dünya yaratma konulu kitaplardan bir tek Cesur Yeni Dünya'yı okumuştum (Aldous Huxley) ve "ayy müthiiş mutlaka okumalısııın" diye geziniyordum. Asıl bu müthiş, asıl bunu oku okuyucu. Çünkü bunda bir felsefe, bunda bir ideal, bunda bir olması gereken vicdan sahipliği, bunda bir karşılaştırma, bunda bir vicdanlar savaşı var. Bu kitap çok başka. Başlangıçta kafada oturtmak benim adıma biraz zor olsa da, 200. sayfadan sonra (allahtan kitap bitmeden anlamışım) nefes nefese akıyor. Su gibi içmek istiyor insan. Buralarda bulamadığı o adil sisteme dalıp bir daha çıkmamak istiyor. Girmek mümkün, kalmak namümkün.

Bir de elimde ordan oraya sürüklenen zavalllı Emma (Jane Austen) var. Neyse yarısı bitti. Bitsin diye baya kasıcam. Yeter ki bitsin. Okunacaklar listem aşırı kabarık. Bir de bu mevzuya maymun iştahlılığımı katarsak etrafımdaki okunmamış kitaplar yığınını varın siz düşünün. Şimdilik Nisan ayı için kendime iki kitap hedefi koydum. Biri Yakın (Oruç Aruoba bu adama bayılıyorum.) diğeri ise Newyork Üçlemesi (Paul Auster'ın okuyacağım ilk kitabı olacak. Açıkcası ben bu adamı pek sallamıyordum, bana çok popüler kültür temsilcisi gibi geliyordu. Ama Türk gazetecilerinin yargılanma sürecindeki atarından sonra takibime aldım.). He bir de Emma'nın kalan yarısı var tabi:(( Bak şimdiden hiç yokmuş gibi davranıyorum, ölücem:((