26 Şubat 2011 Cumartesi

453 km.


Arkadaşlar iyidir. Arkadaşlar bazen öyle iyidir ki, insana seçim şansı tanımazlar. Onlarla aynı şehirde olabilmek-kalabilmek adına, planlarına yön verirsin. Sonra bir bakarsın, hayat sana nanik çekmiş, siktiriboktan bir yere fırlatmış seni.

Yıl 2005. 17'lik ben, Ankara'ya takmışım çengelimi. İstanbul'dan gelmiş olmanın verdiği havalar cakalar olması lazım üstümde, ama yok. Daha ilk andan, ilk göz temasından sonra Ankara'ya içim kaynamış. Saat 9'dan sonra sokak lambalarıyla başbaşa kalmak bile koymamış. Etrafta İstanbullu İzmirli çok. Diileri büzülesi bir çoğunun. Canları sıkıldıkça aradaki 7 fark oyununu oynuyorlar. "Ankara'nın en güzel yönü İstanbul'a dönüşü şekerim hahahaha" Bu sallamasyon zırvayla günü değil bütün felsefik, entellektüel, çok gezmiş çok görmüşlüklerini kurtarmış oluyorlar. Neyse, bu değildi derdim. Derdim şu ki efenim: Ankara beni, İstanbul'un delici, yırtıcı, tüketici kollarına bıraktı. Üstelik tam da Ankara'da bir aile kurmuş ve o ailenin başına geçmişken. Burdan giderken hep arkama bakacağım. Önümde görmek istediğim hiçbir şey yok ve hatta görüceklerimden de çok korkuyorum. İstanbul yalvarırım sen de beni sevme. Çek siktirini. Yalvarırım.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Vaporous


İçine atladığım-atıldığım hayatta, sabah uykusundan başka bir düzine yaşanmamışlık biriktireceğim. Mağaza vitrinlerinde camdan yansıyana değil, camın içindekine odaklanacağım bir hayatı ben tercih etmiyorum. Öyle bir hayatla tam olarak ne yapılır, bunu bile bilmiyorum. Şık restoranlarda nasılsın'dan ziyade, ne yersin'i ben tercih etmiyorum. Süslü yemek isimlerinin tam olarak neremi doyuracağını bile bilmiyorum. Yaşayacağım yeni tecrübelerin bedelleri kağıt paralarla sayıldıkça, biliyorum ki en fazla 5 yıl sonra sepya tonunda bir Duygu görecekler, kaç para ederliğimle ilgilenecekler. Masanın üzerindeki West önce Winston olacak, sonra Marlboro. Zehirlenmemin kalitesini temsil edecek. Ayakta alkışlanacağım. Hiç dokunmadığım eller tarafından alkışlanacağım.

11 Şubat 2011 Cuma

Ben Bu Sesi Bir Yerden Hatırlıyorum.


Siz hiç, birine gitmek zorunda olmayı anlattınız mı? Benim, anlatmam için bir 50'liğe ihtiyacım varmış. Ve böylesine ciddi cümleleri, başınız dönerken yazdınız mı? Ben şimdi yazdım. Hadi eyvallah.

6 Şubat 2011 Pazar

Morning Star


Adına "Sabah" dediğimiz zaman diliminin kahvaltıyla ve mutlulukla olan ilişkisi bende kavuşmak olarak vücut buluyor. Kavuşuyorum. Önce "ona", sonra gerçeğe. Sabahlar her zaman anlamlıdır. Her sabah 100 kişiden 48'i yeni kararlar alır, diğer 52'si ise aldığı karardan vazgeçmiş olarak uyanır. Üzerine yatılan her şey, bir yöne doğru hız kazanır. O oraya vardığında, sırada uyanmak vardır.


Zamanın bilmem hangi köşesinde "Keşke sende evin anahtarının olduğunu unutsam. Belki o zaman her sabah gözlerimi açtığımda odanın köşelerinde yüzünü aramazdım. Belki o zaman "gelmiyor" değil, "gelemiyor" olurdun." dediğim adama kapıyı açacağım yarın sabah. Sarılacağım. Öpeceğim. Bu yüzden bazı sabahlar diğerlerinden daha anlamlıdır.
dibinnotu: Gary Moore'un ölebilen bir insan olduğuna inanamıyorum!